Mutlu olmayı mı bilmiyoruz, yoksa yetinmeyi mi?
Hangisi daha evladır: İçinden geldiği gibi konuşmak mı, yoksa kelimelerini seçerek konuşmak mı?
Bu soru, ilk bakışta bir iletişim meselesi gibi görünse de, aslında insanın iç dünyasına dair çok daha derin bir meseleyi işaret eder. Çünkü insan bazen kelimeleri olduğu gibi döker yeryüzüne, bazen de kırar, döker, yaralar farkında olmadan.
Düşünmeden konuşmak ile düşünerek susmak arasında gidip gelen bir denge bu…
Ve galiba biz o dengeyi de kaybettik.
Dün, güneşin cömertçe yüzünü gösterdiği o nadir İstanbul günlerinden birinde, bir kafenin terasında oturuyordum.
Gökyüzü sakindi, kuşlar telaşsızdı. Kahvemi yudumlarken, önümden geçen kalabalığı izlemeye başladım.
Kendime küçük bir oyun kurdum: “Kaç kişi yüzünde gerçek bir huzurla, içten bir gülümsemeyle geçecek buradan diyerek? “Yüz kişiyi saydım. Sadece üç kişinin yüzünde o sıcak, o saf gülümsemeye rastladım.
Üç kişi…Üç tebessüm…
İstanbul’un göbeğinde, hayatın tam ortasında.İçimi tuhaf bir hüzün kapladı. Neden bu kadar azdı gülümseyen yüzler?
Gülmek, bulaşıcıdır derler. Oysa sanki bu şehirde artık kimseye bulaşmıyor. Bir tebessümün bir başka yüzü aydınlatma ihtimali azaldı mı gerçekten?
Yoksa biz o ihtimali çoktan terk mi ettik?
Kalktığımda içimdeki hafifliği değil, ağırlığı taşıdım adımlarıma. Gülümseyen üç kişiyi saymak kolaydı belki ama, gülümsemeyen doksan yedinin yorgunluğu geçti içime.
Neyfi bizi bu kadar yorgun, bu kadar suskun, bu kadar donuk yapan?
İyilik, gülümsemek, içten olmak, anlayış göstermek; bunların hepsi hâlâ kıymetli. Ama biz değer bilmeyi mi unuttuk?
Belki de asıl mesele şu: Mutlu olmayı mı bilmiyoruz, yoksa yetinmeyi mi?
Belki her ikisi de…
Çünkü çağımız, hep daha fazlasını isteyen, elindekini küçümseyen, bakmayı bilen ama görmeyi unutan bir ruha dönüştürdü bizi.
Ne varsa dışarıda, uzakta, daha parlakta sandık. Yakınımıza değer vermemeyi marifet bildik.
Kendimize bile…
Bu yüzden midir bilinmez, bir yandan içimizden geldiği gibi konuşalım istiyoruz, diğer yandan her kelimeyi ölçüp tartıyoruz. Kalbimizle konuşsak kırılırız, aklımızla konuşsak donuklaşırız.
Ve biz ne kalben ne aklen tam olamıyoruz artık. Kelimeler ya fazla sert ya fazla boş… Ya incitiyor ya da hiçbir yere varmıyor.
Bizim belki de önce kendimize yeniden bakmamız gerekiyor.Kendimize gülümsemeyi öğrenmeden başkasına gülümseyemeyiz çünkü.
Belki huzur da bu yüzden yüzlerimizde değil artık ama içimizde de değil.
Ve tüm bunların ortasında, hâlâ bir şey sorulmayı bekliyor: İçten gelen kelimelerle konuşmak mı daha kıymetli, yoksa susmayı öğrenmek mi?
Belki de bazen en hakiki konuşma, kelimelerin ötesindedir.
Bir bakışta, bir gülümsemede, bir sükûtta.
ARZU SAMAT