Şairin de dediği gibi: Kendine dahi yabancı olan insan, nerenin yerlisidir?
Bu sorunun cevabı benim için açık: İnsan, sevildiği, sevdiği ve anlaşıldığı yere aittir.
Haritada yeri gösterilen şehirler değildir aidiyetin ölçüsü.
Zira kalabalıkta kaybolmakla, bir köy evinde bulunmak arasında bazen koca bir ömür fark vardır.
Dünyanın en gözde şehirlerinde yaşamak, insana aitlik hissi vermez.
Bir köyde yaşayıp da hatıralarla yoğrulmak, yıllar sonra bile yüreği ısıtan bir cümleye dönüşür: “Orada yaşadım, orada vardım.” Çünkü insan, ancak hatırlandığı ve hatırladığı yerde tam olur.
Yani önce insan.
Evleri, şehirleri, ülkeleri güzel kılan insandır. İnsanı fotoğraftan çekip alın, geriye ne kalır? Sadece dekor.
İnsansız bir şehir, sesini yitirmiş bir ezgi gibidir. Bakarsın ama içine işlemez. Bu durum sadece coğrafyayla sınırlı değil.
İkili ilişkilerde de böyledir.Kendini yanında huzurlu hissettiğin,sevdiğin, sevildiğin ve anlaşıldığın insana aitsindir. Onun yanında sıradan bir gün bile bir bayram sabahı gibi aydınlıktır.
O insanın varlığı, hayatı nushaya dönüştürür. Cennetin bir sureti olur bazen bir çay, bir omuz, bir “yanındayım.”
Lüks eşyalar, çeşitli yemekler, yatlar, katlar…Anlık hazlar sunar. Ama o kadar. O an geçince geriye kalan, yine hiçliktir. Çünkü paylaşacak yâr, dost, yoldaş olmayınca, insan kendi içine düşer. Sesini bile duyamaz olur.
Velhasıl, İnsan ömründe birkaç kez durup bakmalı:
Kalbine…Yaşadığı eve…Yürüdüğü sokağa…Gökyüzüne…
Ve sormalı kendine: Ben gerçekten yaşadığım hayatın yerlisi miyim?
Seviyor muyum?
Seviliyor muyum?
Dünyadan geçiyor muyum, yoksa gerçekten yaşıyor muyum?
Bu soruları erteleyerek yaşanmaz. Yoksa yaşadığın yer, adı ne olursa olsun, bir sürgün yeri olur.
Ve sen
evinin ortasında bile
kendine hasret kalırsın.
Arzu Samat